Onarıcı Tarım, Planlama Felsefesi ve Yaşamın Özü

Bir tane öğretmenimiz var, “Doğa Ana”…

 Yıl 2019. Organik tarım, ekolojik tarım, sürdürülebilir tarım çoğumuzun duyduğu kavramlar ve uygulamalar. Ancak biz artık sürdürülebilirlikten bahsedemiyoruz. Çünkü sürdürülebilecek bir şey kalmadığı, dünyadaki toprakların (Anadolu’da dahil) organik maddece fakirleştiği ve artık ölü toprak olarak adlandırdığımız düzeye düşmüş olduğu göz ardı edemediğimiz bir gerçek. Bu noktada artık yerken, giyinirken, aslında yaşarken onarmaktan bahsetmeyi arzuluyoruz. İşte burada bütüncül bir yaşam planlamasını hayatımıza yerleştirmemiz gerekiyor. Bütüncül olarak onaran bir felsefeyi benimsedikten sonra üretim felsefesi olarak da onarmayı hedeflememiz gerekiyor. Bunu da fikir babası Masanobu Fukuoka’nın “Doğal Tarım”ı olan Bütüncül Planlama altında Onarıcı Tarım ve de Permakültür uygulamalarıyla gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Peki nasıl olur bu onarmak?

“Bir şeyi basit olarak anlatamıyorsanız, konuyu tam olarak anlamamışsınız demektir” demiş Einstein. Sade yaklaşalım konuya öyleyse. Fikrin temeli basit aslında; karşımızda duran sistemi bir canlı olarak görüp ona saygıyla yaklaşmak ve içinde bir yere kendimizi yerleştirebilmek. Kendi halinde yiyecek üretemeyen toprağı onarma kısmına gelirsek orada da fikrin temeli basit gibi görünüyor; toprağın organik maddesi eksikse arttır. Arttır ama bunu doğal yolla yap, taşıma suyla değirmen dönmez, tutup elle gübre ekleme. Peki doğal yolla nasıl yapacağız?

Bir tane öğretmenimiz var, “Doğa Ana”. Napıyor Doğa Ana, bitkisel tarımla hayvansal tarımı ayırmıyor. Diyor ki toprağın organik maddesini arttırmak istiyorsan oraya sürü sok (büyük baş, küçük baş, kanatlı, yerine göre ne gerekiyorsa), zamanlama herşeydir, belli süre belli yerde sürüyü tut. Sürü havadan karbonu, azotu alsın, durduğu yerde toprağı gübrelesin. Öldürme hiçbir şeyi; planla ve yönet. Zamanlama elindeki en büyük araç. Çıkan otu yolma, biç ama bunu hayvanlara yaptır. Yağmur hasadı yap. Öyle bir sistem kur ki içinden sen çıktığında sistem az bir yanılma payıyla çalışmaya devam etsin… Bunu ben demiyorum, Doğa Ana diyor. Azıcık gözlem yapınca nasıl da bağıra bağıra söylediğini anlıyor insan.

Bir büyüğüm artezyen kuyular için “Sen sordun mu bakalım suya, çıkası var mıymış?” demişti. Daha net anlıyorum onu son birkaç yıldır. Bana yağmur hasadının doğaya uygunluğunu hissettiriyor bu söz. Suyun kaynağı gökyüzü bizim için, yer altı değil. “Yağmur hasadı” derken organik maddesi artan toprağın yaptığı işten bahsediyoruz. Çünkü organik maddece zengin toprak “yağan” suyu (yağışı) tutar, buharlaştırıp uçurmaz ya da yer altına karıştırmaz, sadece ihtiyacı olduğunda bitkiye verir.

Bahçeye sürü sokmak dedik yukarda, “Sürü sebzeleri yer” sesleri çınlıyor sanki kulağıma. Zaten bu fikirlerin temelinde gıda ormanı mantığı vardır. Bir permakültür yaklaşımı olarak “gıda ormanı”, tek yıllık tarımdan çok yıllık tarıma geçmeyi hedefler. Yani her yıl bir şeyler ekip, dikmek yerine çok yıllık meyveli ağaçlara ve orman ağaçlarına yönelmeyi hedefler. Aklımıza ilk gelecek örneği ele alırsak buğday unu yerine kestane veya meşe palamudu unu kullan der bu fikir. Çünkü buğdayı her yıl ekmek zorundasın ama kestane ve meşe palamudu ağaçta yetişir. Bu çok yıllık gıda ormanımızın altında ağaçların dibine de tek yıllıkları dikebileceğimiz anlatılır. Kestane ağaçlarının altında marullar, ballı babalar, minik domatesler, salatalıklar hayal edin. Hem kısmi olarak yerleştirilmiş tek yıllıkları sürüden korumak da kolaydır, bir tel geçersiniz üstüne sorun çözülür.

Tabi ki çok yıllıkların altına yerleştirilmiş tek yıllıkları planlamayı küçük alanlarda gerçekleştiriyoruz. Çünkü doğru üretim teknikleri yerellikten ve küçük çaplı üretimden geçiyor. Yani yüz tane çiftçinin bütün ülkeyi besleme dengesizliğini fark ettiriyor bize. Tabi ki yerellik ve aile başına yeter üretim de başka bir yazının konusu.

Zamanlama dedik yukarda, büyük alanlarda bu planlama zamanlama aracının temellerine dayanıyor ve tabi ki mümkün. Trakya’da bu tür tarıma geçmeye çalışan bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda çiftlik var. Çalışıyorlar ve onarıcı tarım araçları doğru kullanıldığında çalışmaya başladığını görüyorlar bir bir. Öldürmeden, toprağı yırtmadan, pullukla patlatmadan, toprağın canlılarına ve canlılığına saygıyla yürüyor bu iş. Yani özetle Doğa Ana’yı üretimin özünde hissederek.

Beslenmenin ve yaşamanın temeli öldürmeye dayanamaz. Çıkan otu zehirle, gelen böceği zehirle, suyu zehirle, toprağı zehirle, en sonunda toprağı öldür, öldür, öldür. Zehirle derken şu kulağımızın aşina olduğu “tarım ilaçları”ndan bahsediyorum. Dil değişmeden düşünce değişmez derler; “tarım ilacı” demiyoruz artık “tarım zehiri” diyoruz. Çünkü öldüren herhangi bir şey ilaç olamaz. Bizim tek derdimiz toprağın canlılığı. Çünkü insanlığın şu an en büyük sorunu enerji yokluğu ya da aklınıza hemen gelen bir takım teknolojik sorunlar değil, toprak ölümüdür. Açız aç. Üretim yapacak toprak kalmadı. Anadolu’da köylerde toprak zehirlendi derler, işte bu sıralarda bu durum o kadar çok konuşuluyor ki. Zehirlendi dedikleri şey toprak ölümü. Burada tabi ki GDO’lu ya da hibrit tohumlardan bahsetmek de mümkün. O da başlı başına ayrı bir yazı konusu.

Müfredatlarda toprak hala cansız materyal olarak geçer. Siz de basit bir internet aramasıyla bu sonucu bulabilirsiniz. Ancak Elaine Ingham bize bunun doğru olmadığını kanıtladı. Soil Food Web olarak araştırırsanız konuyla ilgili istemediğiniz kadar bilgiye ulaşabilirsiniz.

Biz onarıcı tarımcılar toprağı canlı olarak ele alıyoruz. Toprak bir sistemdir ve içindeki canlılar olmadan elimize aldığımız kısmı sadece tozdur. Bu canlı sistemin esas oyuncuları mantarlar, mikroorganizmalar ve böceklerdir.  Aileden çiftçi birine kötü bir toprak gösterdiğinizde bu toprak “ölü” der. Ölü olma durumundan bahsettiğimiz bir “şey” için canlılıktan da bahsedebilmemiz gerekmiyor mu? Kadim bilgileri unutuyoruz. Köylülerimizin, çiftçilerimizin canlı olarak gördüğü sistem artık ne yazık ki bizim gözümüzde sadece “cansız materyal” olarak var olabiliyor…

Örüntüler yönetiyor gibi görünüyor yaşamlarımızı. Bize düşen biraz durup, nefes alıp, sağımıza solumuza bakmak ve doğayı dinlemek. Sakin kafayla yapılmış gözlem aslında bizi Doğa Ana’nın örüntülerinin taklidine yöneltiyor. Acemiyiz hala… Ama yaşamı bir bütün olarak ele aldığımızda sanki anahtar deliğinden bir şeyler görebiliyoruz gibi hissediyoruz. Bizim neslimiz üvey evlatları Doğa Ana’nın. Ama yaşama, yaşayana saygıyla, sevgiyle, bütünü patlatmadan, ayrıntıları işleyerek seveceğiz yeniden toprağı… O da bizi ümidiyle… Devam ediyoruz çalışmaya…

Esin Kuşluoğlu
Peyzaj Mimarı / Ekoloji Eğitmeni
KALEV Eğitim Kurumları

Share